2014 yılında, insanlık resmen kentler içerisine sıkışmış bir tür haline gelmişti. Bu yılda, dünya tarihinde ilk kez kent ve kasabalarda yaşayan insan sayısı kırsal alanlarda yaşayanların sayısını aşmıştı. Kentlerin tarihsel dönüşümü, 1960’ta dünya nüfusunun yalnızca üçte birinin kentsel alanlarda yaşadığı göz önünde bulundurulduğunda, inanılmaz hızlı bir dönüşümdür. Yaklaşık 5500 yıl öncesine kadar kimse kentlerde yaşamıyordu. Köyler binlerce yıldır varlıklarını sürdürseler de hiçbiri tam gelişmiş kent statüsüne geçecek boyuta ve daha önemlisi karmaşıklığa erişememişti. Peki, bu prototipik uygarlaşma eylemi nasıl ve neden gerçekleşmişti? İlk kentlerin ortaya çıkışı nasıl olmuştu?
Kent Yaşamı Nasıl Başladı?
Bu soruyu yanıtlayabilmek için yazılı tarih eşiğini aşarak 6000 yıl öncesinden ötelere uzanmamız gerekmektedir. Henüz yazının icat edilmediği ve taş aletlerin henüz yerlerini tam olarak metal aletlere bırakmadığı dönemi anlamalıyız. Genel görüşe göre dünyadaki ilk kentler, Mezopotamya’da Fırat ve Dicle nehirleri arasında kalan verimli arazide kurulmuştur. Hepsinin babası da Sümer kenti Uruk’tur. Fırat kıyılarında bulunan kent, büyük olasılıkla yaklaşık milattan önce 8 binlerde, bereketli hilalde yeşermeye başlayan ilk yerleşimlerden biriydi. Uruk milattan önce 3500’lerde 2,5 kilometre kareye yayılmış bir kent görünümündeydi. Bu büyük kent büyük olasılıkla birbirine yabancı yaklaşık 50 bin kişiyi barındırmaktaydı.
Kentlerin Ataları
Eğer zamanda geriye, Uruk’un var olduğu döneme gidebilseydik, orada bir kent görecektik. Uruk’un en belirgin kentsel özelliklerinden biri, hiç kuşkusuz kentler içinde en belirleyici nitelikleri arasında sayılan büyük yapılar olacaktı. Üstelik yalnızca eski büyük binalar değil idari ve mali sistemlerin işlediğini gösteren din dışı kamu binaları da görecektik. Ayrıca idari merkezler, yerleşim bölgeleri, pazar yerleri ve çöplükler gibi alanların belirgin olarak birbirinden ayrıldığı işlevsel bir bölgelemenin kanıtları da görülebilecekti. Öyle ki savunmaya değer bir malvarlığının mevcudiyetinin kanıtı olan istihkâm duvarlarında dikkati çekecekti
Tarihi milattan önce 7 binlere kadar uzanan, Türkiye’de Çatalhöyük gibi daha eski tarihli yerleşim yerleriyse kentleşmeyi gösteren bu sınavlardan zayıf not alırlardı. Uruk’ta yokluğu bariz olarak göze çarpacak şey ise gelişmiş bir ulaşım ağı olacaktı.
Eşek evcilleştirilmiş ama tekerlek henüz ufukta görünmüyordu. Uruk, ilk çiftçilerin mahsullerine ve hayvanlarına yakın olmak için köylere yerleşmeleri ile başlayan uzun sürecin son ürünüydü. Bu yerleşimler, örneği Çatalhöyük gibi, çok büyüyebilmekteydiler. Zamanla tarımdan elde edilen üretim fazlası bazı kişilerin çiftliği bırakıp demircilik gibi başka işlerle uğraşa bilmelerini olarak vermiştir. Bu iş bölümü kaçınılmaz bir şekilde zanaatkarların kendilerinde olmayan becerilere sahip diğer zanaatkarların yakınında toplanmasına neden oldu. Bu toplanma da kentsel bölgelere neden olmuştu.
Uruk yalnızca ilk gerçek kent olarak değerlendirilmemelidir. Çünkü aynı zamanda güneyden gelenlerin tüm bölgeye yayıldığı bilinmektedir. Burada Uruk’a benzer kentler kurulmuştur. Milattan önce 3400 ile 3100’ler arasında Mezopotamya’yı etkisi altına alan kentleşme dalgasının kaynağı Uruk ve çevresi olarak görülmektedir.
Uruk’tan Önceki Kadim Kentler
Fakat Uruk’un ilk olma özelliği önceleri geri kalmış olarak nitelendirilen kuzey illerinde son yıllarda yapılan keşiflerle gölgelenmiştir. En azından iki kazı alanında, Uruk’taki en eski bulgulardan daha önceye tarihlenen bir kentleşmeye dair kesin kanıtlar ortaya konulmuştur. Bu bulgular bazı arkeologları oturup ciddi ciddi yeniden düşünmeye itmiştir.
Bunlardan biri Suriye’nin doğusunda bulunan Tell Hamoukar’dır. Batılı arkeologlar, bu bölgeyi 1920’lerden beri bilseler de Uruk’tan kuzeye doğru yayılan kentleşme dalgasının yarattığı ikincil bir kent olarak tanımlamışlardır. Oysa son dönemde yapılan kazılar bu yerleşim yerinin, Uruk henüz ağırlığını hissettirmeye başlamadan önce ileri bir evreye ulaşmış olduğunu göstermiştir. Uruk’tan önce böylesine kentler olması herkesi heyecanlandırmıştır.
Hamoukar, milattan önce 3700 gibi erken bir tarihte bile 12 hektarlık bir alanı kaplamıştır. Bu kent savunma duvarları ile çevriliydi. Surun iç kısmında büyük dini bir yapı olmayıp muhtemelen bir kamu binasına belki bir tür yemek mekanına ait kalıntılar bulunmuştur. Arkeologlar burada, mal takibi için ıslak kil veya zift üzerine işaretler basmakta kullanılan çeşit çeşit damga mühürler de bulmuşlardır. Uruk’tan bilinen damga mühürler hesap sistemlerinin varlığını gösterdiklerinden, kentleşmenin sağlam bir kanıt olarak kabul edilmişlerdir.
Bu bulgular Hamoukar’da, milattan önce 3700’lerde ilkel kentsel yaşamın belirgin göstergelerinden birçoğunun mevcut olduğunu göstermektedir. Oysa güneyden gelen bir etkinin izleri yoktur. Uruk tarzı çanak çömlek ancak milattan önce 3200’lerde ortaya çıkmaya başlamıştır. Bu bilgiler doğrultusunda Tell Hamoukar sakinlerinin, Uruk’tan bağımsız ve muhtemelen varlığından bile habersiz olarak burada yaşadıklarını söylemek mümkündür. Ayrıca Tell Hamoukar sakinlerinin hem Uruk’tan 500 yıl önce hem de daha büyük bir kentte yaşadıkları söylenebilir. Antik kentler bakımından bu iki özellik çok önemlidir.
Zamanın Derinliklerinde Kaybolan Kentler
Muhtemelen daha da eski bir kent de yine Suriye’de bulunan Tell Brak’tır. Bu yerleşim yerinde de 1,5 metre kalınlığında surlara ve bir avluya açılan dev bir kapıya sahip muhteşem bir yapıya rastlanmıştır. İnanılmaz ölçüde eski ve inanılmaz ölçüde büyük olan bu yapının kalıntılarına halâ burada bulunmaktadır. Tarihlendirme çalışması yapan arkeologlar yerleşim yerinin 6000 yıldan daha eski olduğunu saptamıştır. Burada yine damga mühürler bulunmuştur. Öte yandan döneme ait birçok çanak ve çömleğin üzerinde Braklılar’ın farklı bir işaretleri bulunmuştur. Bu işaretler, Uruk’tan çok önce gelişmiş bir yönetim sistemine sahip olduklarını gösteren bir tür hesap ve idare sistemine ait izlerdir.
Ne var ki çoğu arkeolog, dosyanın henüz kapanmadığı görüşündedir. Çünkü, güney bölgelerinde aynı dönemde neler olduğu pek bilinmemektedir. Güney Mezopotamya’da milattan önce 4000’lerin öncesinde tamamen gelişmiş kentler kurulmuş olması olasıdır. Ama henüz kimse bu kentleri bulacak kadar derin kazı çalışmaları yapmamıştır. Bölgenin tamamı savaş ve kargaşa nedeniyle yıllar boyunca arkeolojinin erişimi dışında kalmıştır. Muhtemelen daha yıllarca da çalışmalara yeniden başlanamayacaktır. Tabii hiç başlanamaması da mümkün gözükmektedir. Arkeologların en büyük umudu, bu süre içinde kazı merkezlerinin, uygarlığın kökenleri ile ilgili bulguları bütünüyle silecek kadar yağmalanmamasıdır.
Taş Devri’nin Banliyösü
1958 yılında keşfedildiğinde dünyada büyük ilgi uyandırmıştır. Bu 13 hektarlık alanda dip dibe yerleşmiş yüzlerce bina vardır. Bu yerleşim yeri tahminlere göre zamanında 10 bin kişiye ev sahipliği yapmıştır. Ama buradaki kalıntılar 9 bin yıllık olduğu için yerleşim çok eskidir. Bu yüzden de burada gerçek kentlerde bulunan önemli bir özellik, işlevsel farklılık gösteren bölgeler bulunmamıştır. Çatalhöyük, tıpkı eski bir banliyö gibi bir sürü ev ve çöplüklerden oluş olabilir. Arkeologlara göre insanlar tüm faaliyetlerini evlerinden yapmışlardır. Hatta ölüleri de bile evin tabanına gömmüşlerdi. Çatalhöyük’ten sonra gerçek kentler 1500 yıl boyunca tarih sahnesine çıkmayacaklardı.